23 Şubat 2007
- Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğu gerçeği Elazığ depremleriyle bir kez daha kendini hatırlatıyor. Böyle bir ortamda Ulusal Deprem Konseyi’nin aniden gerekçesiz olarak lağvedilmesini hayretle karşılıyoruz.
Elazığ’da yaşanan depremler ülkemizin önemli bir gerçeğini bir kez daha hatırlamamıza ve gündeme almamıza neden oldu. Oysa 1999 depremlerinden bu yana pek çok kez dile getirildiği gibi depremlerin afet boyutunda yaşanmaması, son derece güvensiz yapılardan oluşan kentlerimizin sağlıklaştırılması için, bilimin ve tekniğin öngördüğü şekilde bütün ve kalıcı bir planlama sürecine ihtiyacımız vardır. Depremi beklemek ve deprem hasarlarının ulusça paylaşılmasının örgütlenmesini değil; deprem riskinin azaltılması, depremden kaynaklanabilecek yıkımların önlenmesi için elimizden gelenin yapılmasını, ülke kaynaklarını bu yönde harcanmasını gerekli görüyoruz. Bu amaçla kurulan ve devlet politikasının belirlenmesinde önemli rol oynaması beklenen Ulusal Deprem Konseyi’nin bir anda gerekçesiz olarak, üstelik görevli bilim insanlarına bile haber verilmeden lağvedilmesini anlamak mümkün değildir. Bunu kabul edilemez görüyoruz.
- Kentlerimizdeki, özellikle İstanbul’daki yapı stokunun son derece sağlıksız olduğunu, Zeytinburnu’ndaki binanın yıkılmasıyla bir kez daha hatırladık. Peki daha ne bekliyoruz?
Bazı binaların yıkılması için depremin olması da gerekmemekte, Zeytinburnu’ndaki binanın yıkımı özellikle İstanbul’daki yapı stokunun sağlıksızlığı konusunda çok çarpıcı uyarılar vermektedir. Deprem bölgelerinde geçmiş depremlerde hasar gören pek çok binanın yapı sahiplerince teknik ve hukuk zorlanarak güçlendirilmeye ve ayakta tutulmaya çalışıldığı görülüyor, bu yapılarda oturan bina sahiplerinin ve kiracıların can güvenlikleri ciddi tehdit altındadır. Depreme yönelik yatırımlar kapsamında yaratılan mali kaynakların bu bölgelerde oturan insanların sosyal sorunları ve üstlenebilecekleri mali yükümlülükler dikkate alınarak kullanılması ve değerlendirilmesi gerekmektedir. Hükümetin TOKİ aracılığıyla kentlerimizdeki kıymetli arazilerin üzerine lüks konutların yapılması yönündeki gayreti, insanımızı çaresiz bırakan bir belirsizlik içerisine itmektedir.
- 1999 depremlerine ilişkin yaşanan yargı süreci ve kararları geleceğe ilişkin umutlarımızı karartıyor.
1999 yılında yaşadığımız büyük depremlerin, kentleşme, planlama ve yapılaşma süreçlerimize ilişkin birçok sorunumuzu apaçık gözler önüne serdiği bilinen bir gerçek. Bu gerçeğe ilişkin sorumlulukların ortaya çıkarılmasını umduğumuz yargı sürecine ilişkin olarak Yargıtay kararlarıyla belirlenen zaman aşımı süresi de 17 Şubat’ta doldu. Peki, bu sürecin sonucu ne oldu? Deprem yıkımının asli sorumluları gerçekten belirlenebildi mi? Belirlenebilenler gerçekten yargılanabildi mi? Yargılananlar yeterli ve adil değerlendirme süreçleri yaşayabildiler mi? Ne yazık ki sonuç, toplum vicdanını rahatlatmadı, aksine yeni yaralar açıldı. Depremlerin açığa çıkardığı gerçeklere, bu apaçık sorunlara, bir yenisi daha eklendi: Adil olmayan, adalet dağıtamayan bir adalet sistemi…
Aradan geçen 7,5 yıl içinde cezai sorumluluğu kesinleşen yargı kararlarının birçoğu, değişik hukuksal ve mesleki-teknik yanlışlar içeriyor. Özellikle mesleki yeterliliği ve yaklaşımı tartışmalı bilirkişi raporlarına bağlı olarak yetersiz dayanaklar üreten ve/ya cezai sorumluluk oranları belirleyen bu hukuksal sürece bakıp, üretilen yargı kararlarının geleceğe ışık tutabilecek sonuçlara varabildiğini söyleyemiyoruz.
Gelecekte beklenen depremlerden sonra da aynı belirsizlikler ve çelişkilerin yaşanmaması ve adalet duygusunun daha da yara almaması için bu hukuksal deneyimin, tüm taraflarca, ancak özellikle Adalet Bakanlığı ve Yargıtay tarafından yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Mimarlar Odası’nın deprem davalarıyla ilgili yargı sürecine ilişkin yaptığı değerlendirme ekte sunulmaktadır:
TMMOB MİMARLAR ODASI’NIN
DEPREM DAVALARIYLA İLGİLİ DEĞERLENDİRMELERİ
1950’lerden beri yaşadığımız hızlı kentleşme sürecinin, rant baskısı yarattığı ve kaçak yapılaşmaya yol açtığı hepimizin bildiği bir olgu. Planlı gelişmenin yok sayılması, imar afları ve imar operasyonları yoluyla bugünkü yapılaşma kültürümüzün oluşmasına göz yumulması bu olgunun başlıca nedenleri olarak görülmektedir. Her anlamda mimarlık, mühendislik mesleğinin ve biliminin göz ardı edildiği bu süreç, giderek yaşamımızı bütünüyle biçimlemeye başlamış ve kentlerimiz artık yaşanmaz hale gelmiştir. Yaşanan bu kentleşme, planlama ve yapılaşma sorunları, yani kamu otoritesinin inisiyatifiyle yapılan imar yanlışları, depremlerde de ağır kayıplara neden olan asli unsurlardır. Bunları bıkmadan, usanmadan her ortamda söyledik, söylüyoruz:
- Yetersiz yönetmelikler, 1975 Deprem Yönetmeliği (ki 1998’de değişmiştir),
- İmar aflarına bağlı olarak yapılan uygulamalar (özellikle 1984),
- Bilimsellikten uzak plan uygulamaları, yer seçimleri, fay hattı ve zemin sorunları,
- Kat artırımları biçimindeki belediye uygulamaları,
- Belediyelerin kontrol-denetim mekanizmasındaki yetersizlikler,
- Kullanım sırasında yapının değiştirilmesi, yanlış tadilat uygulamaları,
- Yetersiz yapı malzeme ve teknoloji standartları,
- Niteliksiz, denetimsiz, kurumlaşmamış müteahhitlik hizmetleri,
- Yetersiz ve vasıfsız inşaat işçiliği,
- Güvenceye alınmayan, denetimsiz mesleki hizmetler,
- Yapı üretim sürecindeki disiplinlerin yetki ve sorumluluklarının belirsizliği,
- İhtisas ayrımına uyulmaması,
- Yapı ve mesleki hizmet sigortası uygulamasının olmayışı.
Daha da uzatılabilecek bu liste, kısaca planlama kararlarından başlayarak uygulama kararı, tasarım, uygulama, denetim, kullanım ve yeniden kullanım süreçlerinden oluşan ‘yapı üretim süreci’ne ilişkin bütünsel bir sistemimizin bulunmaması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla böylesi bir sorunun asli sorumluluğu, yalnızca deprem etkenini değil, sağlıklı ve güvenli yaşam çevreleri oluşturmak için bütün etkenleri gözetmesi gereken, bu anlamda anayasal bir görevi bulunan kamu yönetiminde ve bu uygulamaları fiilen yürüten yerel yönetimlerdedir.
Böylesi büyük bir maddi-manevi yıkım ve insan kayıplarına yol açan bu sürecin sonucunda, toplum vicdanı açısından gerçek sorumluların hesap vermesi beklenirdi. Ancak, geçen süre içinde, sorumluluk silsilesinin belirsizliği, adli sistemin ve bilirkişilik kurumunun yetersizliği, çelişkili kararlar oluşumuna neden olmuştur. Gerçek sorumlular cezalandırılamamış, aksine bu yük, bir kaç meslek insanı ve bir kaç yükleniciye fatura edilmiştir. Asli sorumluluğu bulunan ve yargılamaları izne tabi, yani koruma altında olan kamu yöneticileri, ciddi bir yargılamayla karşı karşıya kalmamışlardır.
Davaların bütününe bakıldığında yargıya intikal edilen olay sayısının, toplam hasarlı bina sayısının küçük bir kısmı olduğu anlaşılmaktadır. Bu derece büyük bir yıkım koşullarında enkazın, yeterli inceleme olanağı vermeyecek biçimde ortadan kaldırılması ve ne yazık ki hakkını arayacakların kayıp ya da yitirilmiş olması bu sonucun en önemli nedenleridir. Bunlara bir de adalet mekanizmasına olan güven yitimini de ekleyebilir ve bu bakışa sahip olanların haklı çıktılarını söyleyebiliriz.
Ayrıca açılan davalar içinde açıkça cezai hükümlerle sonuçlananların oranının da oldukça düşük olduğu görülmektedir. Adli sistemin yetersizliği nedeniyle davalar bütün aşamalarıyla sonuçlandırılamamış, birçok olay da böylece kapatılmıştır. Ancak, bilirkişi raporlarında aşağıdaki örneğe benzer kusur oranlarının belirlenebilmesine rağmen, az sayıda da olsa cezalandırılanlar vardır.
Sorumlular ve Kusur Oranları:
% 35 17 Ağustos depremi’nin bizzat büyük yıkıcılık özelliği ve bu bölgeyi hiçbir kısıtlama getirmeksizin imara açan Belediye Başkanlığı ve buna onay veren Bayındırlık ve İskân Bakanlığı:
% 25 Gerçekleşen bu büyük depremi boyutlandırma açısından karşılamakta yetersiz kalan dava konusu binanın inşa tarihinde yürürlükte olan ABYYYH-1975 Yönetmeliği:
% 20 17 Ağustos depreminde tamamen yıkılırken dava konusu apartmanın üzerine çöken komşu apartmanın inşa sorumluları:
% 10 Müteahhit:
% 10 Fenni Sorumlu:
Ne yazık ki bu süreç içinde cezalandırılanlar, belediye başkanları, Bayındırlık ve İskân Bakanlığı sorumluları, 1975 Yönetmeliğine göz yumanlar değil, birçok yetersizlikle birlikte kesinleşmiş cezalarla karşı karşıya kalan bir takım meslek insanlarıdır. Kamuya açılan davalar da sonuçlanmamıştır. Dolayısıyla toplum vicdanı rahat değildir, rahat olamamaktadır, rahat olamayacaktır da.
Bu anlamda daha da zaman kaybetmeden, beklenen büyük depremlerin, hayatta kalanlar açısından sağlıklı bir hukuksal statüye kavuşması, ancak daha da önemlisi depremlerin yıkıcı etkisinin azaltılması için; yapı üretim sürecinin kullanıcı açısından, hukuksal garanti ve sorumluluk sistemine sahip olarak düzenlenmesi gerekmektedir. Bu kapsamda önerilerimiz:
- İmar ve Şehirciliği disipline eden mevzuatın bütünselliğe kavuşturulması,
- İmarla (ve afetlerle) ilgili ihtisas mahkemelerinin oluşturulması,
- Bilirkişiliğin kurumsallaşması, ihtisaslaşması, eğitime tabi tutulması,
- Yapı üretim sürecinde rol alanların sorumluluk silsilesinin oluşturulması,
- TUS ve Yapı Denetim Sorumluğunun, uzmanlık ayırımı ilkesine göre tanımlanması,
- Kullanımdan kaynaklanan sorunlar için teknik sorumluluğunun belirlenmesi,
- Kullanım sürecinde denetimin yenilenmesi, tadilat uygulamalarının denetlenmesi,
- Yapı uygulama ve denetim sorumluluğu süresinin netleştirilmesi,
- Cezaların kusur oranında belirlenmesi,
- Suçlu olan kamu yöneticilerinin cezalandırılmasının yolunun açılması,
- Kamu sorumluğu taşıyanların davalara ilişkin korunmasına son verilmesi,
- Zorunlu yapı sigortası ve mesleki sorumluluk sigortası uygulamasının hayata geçirilmesi,
- Yapı üretim süreci aktörlerinin yetki ve sorumluluklarının tanımlanmasıdır.
Ayrıca, yeterli olmayan mesnetlerle cezalandırılan meslektaşlarımızın haksız yere sistemin olumsuzluklarına kurban edilmesinin de engellenmesi gerekir. Çünkü yukarıda belirttiğimiz düzenlemeler ve uygulamalar yapılmadıkça, bir afet ülkesi olan ülkemizin bütün teknik adamları, geleceğe yönelik olarak potansiyel suçlu konumunda kalacak ve gelecekte aynı hukuksal sonuçla karşı karşıya kalacaktır. Yani meslek yapılamaz hale gelecektir.
Bu anlamda Danıştay’ın 1994 yılında aldığı ihtisas ayrımına dayanmayan fenni mesul uygulamalarının iptali yönündeki karar ve 1975 Yönetmeliğine ilişkin son derece açık olan yetersizlik tespiti temel alınarak, onların bu durumunun Adalet Bakanlığı’nca değerlendirilmesini ve yeniden yargılanma yolunun açılmasını talep ediyoruz. Bu süreç açılmazsa, haksızlığa uğrayan ilgili üyelerimizin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuru süreci başlayacaktır.
Haklıyı haksızdan ayıracak gerçek bir imar ve adalet sisteminin kurumlaşması için, kamuoyuna saygıyla duyururuz.
Bu icerik 1078 defa görüntülenmiştir.
|