2009 Yılı Dünya Çevre Günü’nün teması “Yaşama Sahip Çık” olarak belirlendi. Bu çağrı içinde yaşadığımız çevreye tüm Ülke sakinlerinin sahip çıkmasını öngördüğü için özel bir anlam taşıyor. Bu çağrı aynı zamanda çevrenin yaşanabilir bir düzeyde tutulmasının ve bizden sonraki nesillerin de yararlanabilmesi için gerekli önlemlerin alınmasının yaşam hakkı kadar önemli olduğunu ve tüm insanlığın bu bağlamda sorumluluk üstlenmesini vurguluyor.
Böylesine bir çağrıya neden gerek görüldü? Hangi güçler ve etkenler çevremizi tehdit ediyor? 1972 yılında Stockholm Çevre Konferansı’nda dünyanın doğal dengesinin korunması için insan ve doğal varlıklara öncelik veren bir anlayışın egemen olması gereği ortaya koyuldu. O günden günümüze değin, çevrenin doğal bileşenleri olan hava, su ve toprak ve insanlığın kimi hallerde doğa ile ortak oluşturduğu yapılaşmış yaşam çevreleri global güçlerin kar güdüsünü ve iştahını arttırmakta, koşul tanımayan bu güçler “önce insan ve çevresi” anlayışı yerine “önce ekonomi, tüketim ve kâr anlayışı”nı getirmektedirler. Bu anlayış, finansal kârların tüm değerleri yok ettiği, hemen her şeyi metalaştırdığı bir ortamda doğamızla birlikte tüm hayat kaynaklarımızı da kurutmaktadır.
Su varlıklarının özelleştirilmesi; fosil yakıtların neden olduğu küresel ısınma; hızlı ve kural tanımayan kentleşme; açlık ve yoksulluk ve savaşlar yaşam alanlarımızı daraltmakta, kentsel, doğal ve kültürel değerlerimizi tehdit etmektedir. Bugün çevre kirlenmesi, tüm hastalıkların dörtte birine neden olmakta; nüfus artışı, ekonomik büyüme ve küreselleşme benzeri görülmemiş bir oranda, toprağın kullanımını olumsuz yönde değiştirmekte; kullanılabilir su kaynaklarının büyük bölümü tarımsal sulamaya yönelmekte; kuraklık, artık daha şiddetli ve uzun periyotlu olarak gözlenmekte; tüketim, dengesiz bir şekilde artmakta; canlı çeşitliliğindeki azalma ve iklim değişiklikleri, yerine konulamaz ve onarılamaz kayıplar haline gelmektedir.
Bu gözlemler ve tehditler ülkemiz için de geçerlidir. Ulusal düzeydeki çevre sorunlarının kaynakları arasında iklim değişikliği, su varlığımızın kıtlığı ve kirlenmesi, biyolojik çeşitliliğin yok olması, çarpık kentleşme, doğal ve kültürel varlıklarımızın tahribi ve hatta yok olması yer almaktadır.
Kısıtlı olan su varlığımızı değişik nedenlere bağlı olarak akılcı bir şekilde kullanamıyoruz ve etkili bir biçimde koruyamıyoruz.
Biyolojik çeşitliliğimiz yok oluyor. 135’i uluslararası öneme sahip olan 500 sulak alanımızda ciddi oranlarda kuruma ve kirlenme mevcut.
Kentlerimiz ranta dayalı büyüme politikalarına teslim olmakta. 2006 yılında 49,5 milyon olan kent nüfusunun 2010 yılında 53,5 milyon olması beklenmekte. Bu tabloya sosyal ve teknik altyapı eksiklikleri de eklendiğinde kentsel yaşam alanlarımızın giderek yaşanamaz hale geldiği görülmekte.
Bitmeyecek ve yerine yenileri gelecek anlayışıyla kullandığımız doğal ve kültürel kaynaklarımız ve değerlerimiz nitelik yitirmekte ve yokolmakta.
Son yıllarda ele alınan Maden Yasası, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma mevzuatındaki değişiklikler, Orman Arazilerinin Satışı ve Kıyı Kanunu gibi konularda Anayasa değişiklikleri girişimleri, Kentsel Dönüşüm Yasaları, tarım arazilerinin korunması ve kullanılmasına yönelik getirilen yeni kurallar, Turizmi Teşvik mevzuatında yapılan ve yapılmak istenen değişiklikler tarım arazilerimizin, ormanlarımızın, kıyılarımızın, doğal, tarihî ve kültürel varlıklarımızın yağma ve talanına sadece birkaç örnektir.
Ulusal gelirimizin önemli bir bölümünü oluşturan turizm sektörü, varlığının en önemli girdileri olan doğal ve kültürel kaynaklarının korunması ve geliştirilmesi için gerekli önlemlerin alınmaması halinde etkinliğini yitirecektir.
Oysa Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, herkesin sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahip olduğunu; çevreyi geliştirmenin, çevre sağlığını korumanın ve çevre kirlenmesini önlemenin devletin ve vatandaşların ödevi olduğunu öngörmüştür. Anayasamız ayrıca, devlete tarih, kültür ve tabiat varlıklarının ve değerlerinin korunmasını sağlaması ve bu amaçla destekleyici ve teşvik edici önlemler alması görevini vermiştir.
TMMOB Mimarlar Odası, oluşturduğu ve kamuya duyurduğu “Türkiye Mimarlık Politikası” metninde de yer aldığı gibi, Anayasa’daki bu temel hükümlerden yola çıkarak, sağlıklı ve güvenli bir çevrede yaşama hakkının, evrensel ve ulusal hukuk açısından en temel insan hakkı olduğunu; olumlu yapılaşmış çevrenin, sağlıklı ve güvenli bir toplumsal çevrenin ön adımını oluşturduğunu Dünya Çevre Günü nedeniyle bir kez daha vurgulamaktadır.
TMMOB Mimarlar Odası, kamu yönetiminin bütün yurttaşlara olabildiğince eşit yaşama koşulları ve kaliteli yaşam çevreleri sunduğu; tarihsel, kültürel ve doğal değerlerin korunması ve yaşatılması için yeterli kurumsal yapılanmaların oluştuğu; yapılı çevrenin geleceğine ve sorunlarına ortak çözüm arayışın kamu yönetimi güvencesinde, merkezî-yerel yönetim işbirliğiyle, kentlilerin, kentli kuruluşların, toplumun demokratik katılımını içeren eylem programları ile gerçekleşebileceği ortamları hak ettiğine içtenlikle inanmaktadır.
Yaşadığımız küresel sorunlara karşı, “barışın, doğamızın, kültürel gelişmenin ve yaşamın savunulduğu bir gelecek için” küresel dayanışmayı öne çıkarmanın mesleki bir sorumluluk olduğunu bilerek, doğamızın hızla tüketilerek yozlaştırılması ve tahrip edilmesi karşısında, yaşamın sürdürülmesine yönelik politikalar belirlemeyi hedefliyoruz.
Gerek yapılaşmış gerekse doğal çevremizi tehdit eden ranta, ayrıcalıklı imara, yağmaya dayalı kentleşme kararlarına karşı kamudan ve bilimsellikten yana olan yasal mücadelemiz sonuna kadar sürdürülecektir.
BAŞKA BİR DÜNYA YOKTUR, AMA YAŞANACAK BAŞKA BİR DÜNYA YARATMAK MÜMKÜNDÜR.
YAŞAMIMIZA SAHİP OLABİLDİĞİMİZ ÖLÇÜDE, ÇOCUKLARIMIZ DAHA MUTLU BİR DÜNYADA YAŞAYACAKLARDIR.
Bu icerik 1108 defa görüntülenmiştir.