MART 2025
1 | 2 | 3 | 4 | 5 | 6 |
 
    Haberler
     
    MİMARLAR ODASI UIA-2005 İSTANBUL
    XXII. DÜNYA MİMARLIK KONGRESİNE DOĞRU
    TÜRKİYE KONGRELERİ ULUSAL BİLDİRGESİ
    (18 Haziran 2005)

    22 Haziran 2005

    UIA-2005, İstanbul Dünya Mimarlık Kongresi’nin ana teması olan “Kentler ve Mimarlık” konusu, Türkiye için yaşamsal önem taşımaktadır. Çünkü Türkiye, dünya mimarlık ve kent tarihinin beşiği olmasına rağmen, dünyadaki mimarlıkla kent arasındaki bağların zayıflatıldığı ülkeler arasında yer almaktadır.

    Bu nedenle Türkiye Mimarlar Odası, UIA İstanbul Kongresi’nin bu temasını ülkenin tüm bölgelerine bir yıl önceden taşıyarak, kentler ve mimarlık arasındaki bağların yeniden anımsanması ve kurgulanması için ulusal ölçekte bir tartışma sürecini yaşatmıştır.

    “UIA-2005/İstanbul’a Doğru Türkiye Kongreleri” olarak tanım-lanan ve 9 kentte 7 ulusal kongreyi kapsayan bu süreçte gündem; farklı coğrafyalardaki 26 kentin mimarlıkla olan tarihsel ve güncel ilişkilerinin irdelenmesi olmuştur.

    Her biri buluşulan bölgenin özeliklerine göre belirlenmiş özgün tematik alt başlıklarla yapılan Türkiye Kongreleri’nin ilki,

    “Tarihin Başkentlerinde Anıtsal Yapılar ve Yeni Mimari Çevre” teması ile 25-26 Haziran 2004 tarihlerinde Konyada; ikincisi

    “Kıyı Kentlerinde Yaşam ve Mimarlık” teması ile 27-28 Ağustos 2004 tarihlerinde Trabzon’da; üçüncüsü

    “Tarihi Kentlerde Büyüme ve Mimarlık” teması ile 22-23 Ekim 2004 tarihlerinde, İzmir’de; dördüncüsü

    “Göçü Ağırlayan Kentte İmar ve Mimarlık” teması ile 17-19 Aralık 2004 tarihlerinde Diyarbakır ve Mardin’de; beşincisi,

    “Kültürlerin Ortak Kenti ve Ortak MimarlıkLARı” teması ile 25-27 Şubat 2005 tarihlerinde Adana ve Antakya’da; altıncısı

    “Sanayi Kentinde Çevre ve Mimarlık” teması ile 15-16 Nisan 2005 tarihlerinde Kocaeli’nde (İzmit); sonuncusu ise

    “Modernleşme Sürecinde Ankara ve Cumhuriyet Kentleri” teması ile 28-29 Mayıs 2005 tarihlerinde Ankara’da gerçekleştirilmiştir. 18 Haziran 2005 tarihinde de İstanbul’da tüm bu kongrelerin genel değerlendirme toplantısı yapılarak, “Türkiye’nin kentler ve mimarlık gerçeği” bütünüyle ele alınmıştır.

    Her Türkiye Kongresi, o bölgedeki Mimarlar Odası şubelerinin evsahipliğinde, belediyelerin ve valiliklerin de katılım ve destekleri ile yapılmış; Kültür ve Turizm Bakanlığı ile yapı sektöründen firmalar da bu kongrelerin sponsorluğunu üstlenmişlerdir.

    Böylece, her bölgedeki mimarların yanısıra, yerel ve kamu yöneticileri ile uzmanların ve STK’ların da katıldıkları bu ön kongreler, UIA Kongreleri tarihinde ilk kez yaşanmıştır. Türkiye’de de uluslararası bir kongreye ilk kez böylesi bir ulusal bilgilenme ve tartışma ortamı yaratılarak hazırlanılmıştır.

    Türkiye Kongreleri’nde, her yörenin kentleşme, kültür, imar ve çevre konuları ışığında; “kentlerimize hak ettikleri değerin verildiği” bir ortamın düşünsel, yasal ve yönetsel öncelikleri ele alınmıştır. Yine her bölge için öne çıkan konuların, sorunların ve çözüm önerilerinin değerlendirilmesiyle birlikte, 2005-İstanbul Dünya Mimarlık Kongresine de yansıtılacak ulusal görüşler ve tezler olgunlaştırılmıştır.

    Ortaya çıkan görüşler ve tezler, her kongrenin “sonuç bildirge”sini oluşturmuş ve kamuoyu ile paylaşılmıştır. Bu “Ulusal Bildirge” ise yedi bölgesel bildirgede yer alan saptamaları ve 18 Haziran 2005 tarihindeki toplantıda vurgulanan İstanbul ve Marmara Bölgesi gerçeklerini de kapsamaktadır. Bu haliyle ülke düzeyindeki “kentler ve mimarlık ilişkisi”nin temel sorunları ile ulusal hedef ve beklentilerimizi içeren “2005-Türkiye Kent ve Mimarlık Raporu” niteliğindedir.


    GİRİŞ

    Türkiye’nin coğrafi kültürel, politik ve ekonomik olarak doğu ile batı ara kesitinde olması, toplumda derin sosyal ve kültürel ikilemlerin varlığını kaçınılmaz kılmaktadır. Çok eski ve farklı katlardan oluşan bir kültür tarihinin mirasçısı olan toplum, tarihin bu ağırlığını taşımakta, ülkenin kentsel ve mimar fizyonomisinde de bu farklılıkları sergilemektedir.

    Türkiye’de bugün kimi bölgelerde hâlâ değişmeyen bir ortaçağ yaşamı yanında batılı nitelikte, oldukça yoğun bir kent yaşamı da vardır. Ne var ki kente göç ülkenin nüfus yapısını köylülükten kentliliğe taşımış, çok hızlı bir göç 20.yüzyıl ikinci yarısının gündemini oluşturmuştur. Bunun yarattığı “kaos”u yaşayan kentlerde bir planlama ve kontrol politikası geliştirilememiştir. Bu bağlamda sorun kuşkusuz mimari sorunların çok üzerinde karmaşık bir yapıya sahiptir; fakat bu karmaşa, ülkenin her köşesinde tarihi farklılıkları aşan benzer gelişme eğilimlerini de “dikte ettirmektedir”.

    Bütün tarihi kentlerde yeni ve eski imgelerinin bir çatışmasından söz edilebilir. Genelde “yeni”yi “yüksek yapı ve gökdelen”, “eski”yi “tarihi doku ve tarihi anıtlar” temsil etmektedir. Mimarlar bu imgeler savaşının ‘yeniden yana’ ve ‘geçmişi yok eden’ gelişmesinden rahatsızdırlar. Tarihi dokuyu yok edici en önemli çağdaş araç “otomobil”dir. Türkiye’deki son otuz yılın deneyimleri yüksek yapı ve motorlu aracın sadece eski kentleri yok etmekle kalmayıp yeni kentin sağlıklı gelişmesini de engellediğini kanıtlamıştır. Bu gelişmelerin, spekülatörlerin kazançları dışında, insanın mutluluğuna ya da kentlerin sağlıklı gelişmesine katkıda bulunduğu mantıki olarak söyleme olanağı yoktur.

    Türk mimarlarının vurguladıkları bir diğer sorun, Türkiye’nin Akdeniz ve Karadeniz arasında bir “kıyılar ülkesi” olduğudur. Binlerce yıl denizle aşinalık bir “kıyı kültürü” oluşturmuştur. ‘Turizm’in kıyı kültürünün korunması açısından olumlu etkilediği birkaç yöre dışında, karayolu ve motorlu araç doğayla birlikte bu kültürü de yok eden çağdaş nedenler olarak ortaya çıkmıştır.

    Mimarlık toplantılarında vurgulanan sorunlardan biri başkent Ankara’nın plansız ve çirkin gelişmesinin yarattığı kaygılardır. İlkel bir rant ekonomisinin yönlendirdiği çok milyonluk bir başkent, büyük başkentlerin sahip olduğu simgesel ve estetik düzeye erişmeden, ülkenin herhangi bir kentini kasıp kavuran ticari zihniyete kurban edilmiştir. Burada da ‘otomobil’in ‘sulta’sı başkenti erken cumhuriyetin simgesel konumundan uzaklaştırmıştır.

    2500 yıllık geçmişi, olağanüstü topografyasının güzelliği ve eşsiz tarihi mirası ile dünya kenti İstanbul, nüfusunun %90’ını kırsal göçün oluşturduğu bir “metropolis”dir. Türkiye nüfusunun altıda birini barındıran ve nüfus ve alan olarak kontrolsüz bir şekilde büyümekte olan kent, kırsal kültür, kaçak yapılaşma sarmalında yaşamasına karşın, olağanüstü bir “dinamizm”le benzer metropolisler için değişik bir gelecek planlaması gerektiğine işaret eden “fenomenal bir agglomera”dır. Bu bağlamda bütün kuramlar yetersiz kalmakta, mimarlık ve kent söylemi, kendi gerçeğini yaşayan kentte, deniz üzerindeki bir esinti niteliği taşımaktadır.

    Kuşkusuz bu sorunlar bütün dünya kentlerinin değişik boyutlarda yaşanmıştır. Fakat politikacı ideolojisi ile çağdaş mimari ve kent söyleminin Türkiye’deki karşıtlığı şaşırtıcı ölçüdedir. Türkiye’de, günlük yaşamın baskısı altında yaşayan bir nüfusun yanında, sağlıklı bir kent ve mimarlık düşüncesinin kenara itilmişliğinin irdelenmesinin, bütün diğer sorunlardan daha fazla önem taşıdığı konusunda Türk mimarları kararlıdırlar.


    TARİHİN BAŞKENTLERİNDE
    ANITSAL YAPILAR ve YENİ MİMARİ ÇEVRE

    Dünya’nın en eski insan yerleşimlerinin birikimlerini taşıyan kentlerimiz, tarihsel kimliklerinin yeterince gözetilmediği kimliksiz yapılaşma baskısı ve kuşatması altındadır.

    Bu sürecin yarattığı yeni kent siluetleri ve peyzajlarında ise özellikle ANITSAL YAPILARın algılanmaları giderek zayıflamakta, geçmişin görkemli akıl ve yaratıcılık mirasının kent ve kentli üzerindeki gurur verici etkileri yok olmaktadır.

    UIA-2005 İstanbul’a Doğru Türkiye Kongreleri katılımcıları, 25-26 Haziran 2004 tarihindeki Konya buluşmalarında Konya, Antalya ve Kayseri kentleri ile mimarlık ilişkilerini bu bağlamda irdeleyerek özetle, ulusal önem taşıyan şu değerlendirmeleri yapmışlardır.

    Çağdaş Kent, “Tarih”i ile Yarışmamalıdır.
    Çağdaşlık, geçmiş birikimleri yadsımak anlamına gelmemektedir. Tam tersine “yeni”yi ve “yarın”ı bu birikimleri de içerecek daha ileri bir aşama olarak gerçekleştirebilmek için, tarihsel kazanımların korunması ve sürdürülmesi gerekmektedir. Bunun mimarlık ve şehircilikteki karşılığı ise çağdaş kentin tarihi ile yarışmaması, geçmişini yok etmeden bugününü ve geleceğini kurabilme uygarlığını gösterebilmesidir.

    Tarihi Anıtsal Yapıların Çağdaş Kent Üzerindeki Kültürel ve Simgesel Varlıkları Sürdürülmelidir.
    Bu ilkenin gerçekleşebilmesinde; öncelikle, söz konusu ilişkiyi doğrudan gözeten bir ortak anlayışın planlama ve mimarlık açısından hedeflenmesi ön koşuldur. Yanısıra, yeni yapı yükseklikleri, yapılaşma düzenleri ve mimari karakter ile kentsel doku özelliklerinin belirlenmesinde, anıtsal yapıların fark edilir konumlarını engelleye-bilecek kararlara artık son verilmelidir.

    “Kimlik”, Geçmişi ve Yarını Gözeten ‘Bugün’dür.
    Kentlerin “kimlikli” gelişebilmesindeki temel önceliği, “geçmişinin yitirilmediği bir bugün”ü yaratarak, “yarınlara kaynak kılmak” oluşturmaktadır. Bu nedenle, “çağdaş kimlik”, hem dünü içerir, hem de yarını hazırlar.

    Kentin sürdürülebilir Silueti, başta ‘Anıtsal Yapılar olmak üzere Ulusal Geçmişimize, geleneksel kültürümüze ve insanı vareden doğal çevremize Saygı’nın bir İfadesidir.
    Bu değerlendirmeler ışığında, bir toplumun tarihine olan saygısının göstergesi; siyasal kültürsüzlüğü de içeren soyut “bağlılık” ve “hayranlık” söylemleri değil, tarihi yapıların kent siluetindeki saygın ve etkileyici konumlarını sürdürüp sürdüremedikleridir.

    İmar rantı çıkarları uğruna geçmişin simgelerini “gölgelerinde bırakan” ya da “perdeleyen” yapılaşmalar, toplumdaki tarih bilinci ve aidiyet duygularının yok olma sürecini beslemektedir.

    Rant Amaçlı Kuleler Çağdaş Uygarlığı Simgeleyemez!
    Aynı süreçte, tarihsel siluet ve peyzaj değerlerini parçalayacak konumda yükselen “rant” amaçlı kuleler de -ne kadar ileri teknoloji ve “akıllı” donanımlarla yapılırlarsa yapılsınlar- günümüzdeki “çağdaş mimarlık ürünleri” arasında sayılamazlar. Çünkü mimarlığın imzası bulunan uygarlık tarihini yadsımaktadırlar.

    Bu nedenle ‘uygarlıkta süreklilik’ için de kentler mimarlıkla yeniden buluşturulmalıdır.


    KIYI KENTLERİNDE YAŞAM ve MİMARLIK

    Denizlerle iç içe bir coğrafyaya sahip ülkemizdeki hemen tüm kıyı yerleşmelerimiz tarihsel ve doğal kimliklerinin yeterince gözetilmediği bir kara yolu yapımı ve yapılaşma baskısı altındadır. ‘Kıyı’nın dokusunun kent yaşamı ve kültüründeki değeri, kalkınma, turizm ve ulaşım projeleri adına gözden çıkartılmaktadır. İnsanın kültürel ve yaşamsal zenginliklerini yok eden bir “yol”, uygarlığa ve yarınlara hizmet edemez.

    UIA-2005 İstanbul’a Doğru Türkiye Kongreleri katılımcıları 27-28 Ağustos 2004 tarihindeki Trabzon buluşmalarında, Trabzon, Samsun, Ordu ve Giresun kentleri ile mimarlık ilişkilerini bu özelde irdeleyerek özetle, ulusal önem taşıyan şu değerlendirmeleri yapmışlardır.

    Kıyı, Kentin Sınırı Değil Kültürüdür.
    Çoğu kıyı kentimizdeki yoğun ve tekdüze rant yapılaşması her türlü sınırı zorlamakta ya da aşmakta ve “deniz” bu kimliksiz ve çevreye duyarsız dokunun adeta “zorunlu coğrafi sınırı”nı oluşturmaktadır. Oysa kıyı, yalnızca kara ile denizin birleştiği yer değil, özellikle kent yaşamında “sadece bu konuma has bir kültür”ün kaynağı, yaşam kuşağıdır.

    Türkiye’de “kıyı”ların bu çok özel değeri Anayasada ve yasalarda güvence altına alınmış olsa bile; yapılaşma ve imar süreçlerinde bu güvenceyi geçersiz kılan uygulamalar yaygındır.

    Özellikle 2000’lerle birlikte yapımına başlanan Karadeniz Kıyı Yolu sadece ulaşımı amaçlayan; doğal ve kentsel değerlere yabancı bir anlayış içinde; “plansız” dolgu ve viyadüklerle, “bir kültür ve yaşam alanı olan kıyı” ile aynı alandaki yaşanmışlıkların anılarını taşıyan “tarihi dokular” gözden çıkartılmış, böylece, Karadeniz kıyılarında talihsiz ve giderilmesi olanaksız, büyük bir dönüşüm başlamıştır.

    “Apartmanlaşma” Kentleşme Değildir.
    Ülke genelindeki “apartman” tercihine dayalı yapılaşma düzeninin kıyı kentlerinde de egemen olması, yine kimlik ve yaşam değerlerinin yitirilmesinde etkin rol oynamaktadır. Denizle bütünleşmiş bir peyzajın ve kültürün simgesi olan yerel mimariyi ortadan kaldırmasının yanı sıra, kentte denizin “algılanabilir” olmasını bile engelleyen apartmanlaşmayı kıyı kentlerinde etkisiz kılacak özgün bir planlama yaklaşımına ivedilikle gereksinme vardır.

    Benzer şekilde Karadeniz’deki yayla yerleşmelerine kadar yaygınlaşan bu imar düzeni ve yapılaşma biçimi, Marmara, Akdeniz ve Ege kıyı yerleşmelerinde 2. konut denilen yazlık siteler şeklinde gerçekleşerek aynı olumsuzluğu tüm ülkede geçerli kılmaktadır. Bu nedenle Türkiye’nin genel imar hukuku kapsamında arsa rantlarını en üst düzeye çıkartma çabalarından başka bir amacı bulunmayan bu “Anadolu’ya Yabancı mimari”nin durdurulması önem kazan-maktadır.


    TARİHİ KENTLERDE BÜYÜME ve MİMARLIK

    Metropollerde ve hatta geleceğin metropolleri olmaya aday kentlerde, geçmişe ait dokuları ve değerleri “gelişmenin engeli” sayan anlayışın yarattığı “kimliksizleşme” daha da yaygın ve baskındır. Tarihi kentler büyüdükçe, “tarihi birikimlerinde” gözlenen böylesi bir “küçülmeyi” durdurabilmek için, -sadece- imar ve planlama politikalarındaki “korumaya” yönelik ihmallerin giderilmesi yetersiz kalmaktadır.

    UIA-2005 İstanbul’a Doğru Türkiye Kongreleri katılımcıları, 22-23 Ekim 2004 tarihindeki İzmir buluşmasında İzmir, Denizli, Balıkesir ve Çanakkale kentleri ile mimarlık ilişkilerini bu özelde irdeleyerek özetle, ulusal önem taşıyan şu değerlendirmeleri yapmışlardır.

    ‘Kimliğin Kaynağı’ Yaşanmışlıklardır; 
    Dünya metropolleri arasında eski kimliklerini sürdüren örnekler; “metropolleş(ebil)me”nin, tarihten gelen mimarî peyzaj ve dokuları ortadan kaldıran bir süreç anlamına gelmediğini kanıtlamaktadır.

    Türkiye’de de metropol olan ya da metropolleşme sürecindeki kentlerde uygulanan imar ve yapılaşma politika ile kararlarında bu gerçeğin gözetilmesi gerekmektedir. Çünkü bir kent metropol olsa bile bunun, geçmişte kalan dönemlerinin simgelerini ve dokularını “yaşanmışlığının tarihi” olarak koruması ve geleceğe aktarması önünde bir engel olmaması gerekir.

     

    Kentlerin ve metropoliten alanların ekonomik potansiyelini değerlendirme adına imar rantına bağlı olarak şekillenen “geçmişe saygısız” yapılaşmalar, sadece bölgesel ve daraltılmış SİT alanlarını kapsayan koruma amaçlı imar planlarıyla değil, üst ölçekli, bütüncül kararları olan “metropoliten alan planlaması” ile önlenip, yönlendirilmelidir. Bu nedenle Türkiye’nin tarihsel geçmişi zengin metropollerinde yapılacak farklı ölçeklerdeki planlamaların, sadece eski semtlerde değil tüm kentsel yerleşim alanlarını içerecek şekilde “koruma” öncelikli ve “kimliğin sürdürülmesi” amaçlı olması yönündeki şehircilik anlayışını içermesi gerekmektedir.

    ‘Tarih’, “İÇİNDE YAŞANARAK” Korunmalıdır.
    Metropollerimizdeki eski semtlerin ortak kaderi ise “terkedilmiş”, “metruklaşmış” bölgelere dönüşmüş olmalarıdır. Oysa bu bölgeler, aynı zamanda metropolün “tarihsel merkezleri” olarak, o kentin varlık nedenleri ve kimlikleriyle en canlı, en nitelikli kullanım alanları olarak yaşatılmalıdır.

    Bunun için, bu semtlerde restorasyon, yenileme vb. çalışmaların yanı sıra, yeniden ilgi ve çekim merkezleri olmalarını sağlayacak kentsel stratejilerin devreye girmesi olmazsa olmaz koşuldur. Aksi halde, son yıllarda yaygınlaşan “koruma” projelerine rağmen yakın gelecekte aynı bölgeler yine sorunlarla karşılaşacak, bu kez de gündeme “restore edilmiş” ama “insansız bir tarihsel mimari doku”nun dramı gelebilecektir…

    ‘Değerleri Yitirmeden Geliş(ebil)mek’ için
    TARİHİ KÜÇÜLTMEDEN BÜYÜYEBİLMEK Gerekir.
    Bu değerlendirmeler ışığında, kentsel büyümenin tarihi küçülterek” değil, “yaşatarak” gerçekleşmesini sağlayacak politikalar için; sadece hukuksal önlemlerle yetinilmemeli; “kentlerin geçmişten gelen karakterlerini ve kazanımlarını sürdüren bir kentlilik anla-yışı”nın öncelik kazanması sağlanmalıdır.

    Bunun önündeki en ciddi engel olan; süregelen imar rantına endeksli ekonomideki “tarihi korumanın yoksullaşma”, ortadan kaldırmanın ise “varsıllaşma” anlamına gelmesini yaratan imar politikalarının da terk edilmesi artık kaçınılmazdır. Çünkü böyle bir sosyo-ekonomik gerçeklik, toplumdaki kültür ve kimlik değerleri bilincini köreltmekte, mimari miras varsıllaşmanın engeli olarak görülmekte ve bu mirasa saygının “mağduriyet”le eş anlamlı olduğu bir ortam yaşanmaktadır.

    Sadece kentsel mirasa karşı değil, genelde tarihe karşı da duyarsız hatta “tepkili” bir toplum yaratılmasına neden olan bu sürecin, yıllardır “muhafazakar” siyasetler tarafından kurumsallaştırılması ise bir “Türkiye gerçeği” olarak saptanmaktadır.


    GÖÇÜ AĞIRLAYAN KENTLERDE İMAR ve MİMARLIK

    Yarım yüzyılı aşkındır ülkenin kentleşme gündeminde hep en önde yer alan “göç” olgusunu, özellikle son 20 yılda, farklı bölgelerdeki farklı içerik ve anlamlara göre değerlendirmek gerekmektedir.

    Dünya uygarlık coğrafyası içinde çok özel bir konumdaki Anadolu ile Mezopotamya’nın birleşme noktasındaki Güneydoğu kentlerimize olan göçün yıkıcı gücü ve baskısı, mimarlık ve yaşam değerleri üzerinde olduğu kadar, insanlığın ortak miraslarında da yıpranma, tahribat ve kayıplar oluşturmaktadır.

    UIA-2005 İstanbul’a Doğru Türkiye Kongreleri katılımcıları, 17-19 Aralık 2004 tarihindeki Diyarbakır-Mardin buluşmalarında bu iki kentin yanı sıra Gaziantep ve Van kentleri ile mimarlık ilişkilerini bu özelde irdeleyerek özetle, ulusal önem taşıyan şu değerlendirmeleri yapmışlardır.

    Yoksulluk’ ve Yoksunluk’, Mimarlığın da
    Çözüm Üretmek Zorunda Olduğu Birincil Problemdir.
    Kentlere göçün genel nedenini oluşturan ve evrensel gerekçeleri arasında yer alan “yoksulluk” konusunda alınacak önlemlerle ilgili hemen tüm öneri ve çözümler, sorunun sosyo-ekonomik gerekçeleri üzerinde yoğunlaşmaktadır. Özü “siyasal” olsa bile, mimarlığın bu sorun karşısında kayıtsız kalması ve insani sorumluluklarını sadece politikacılar ile insan hakları örgütlerine havale etmesi onaylanır bir tutum değildir.

    Dolayısıyla, mimarlar ve mimarlıkla ilgili tüm kesimlerin, göçler sonucunda ortaya çıkan yapılaşmış çevrelerin de kurallara uygun, sağlıklı ve kentin değerleriyle uyumlu bir karakterde olmasını sağlamak için çabalarını sürekli kılmaları gerekmektedir.

    Çünkü, kimlikli ve yaşanabilir bir kentsel çevre, o kente göçle gelen “insan”ların da en doğal hakları; hâttâ “kültürel hak”ları arasındadır. Benzer şekilde tarihsel ve doğal çevre tüm insanlığın ortak değerleri olarak, bunları yıpratan “göçmen“lerin de ortak değerleridir. Bu nedenle, kuralsız göç yapılaşmasının kent üzerindeki tahribatını önleme çalışmaları, buna neden olan insanların “kentli hakları”nın savunulması olarak görülmelidir.

     ‘Tarihe Sığınan Göç’ün ve Geçici Barınmanın,
    TARİHİ YAPILARDA YARATTIĞI TAHRİBAT Önlenmelidir.
    Göçle gelen insanların tarihi dokulara “sığınmaları” ya da bu alanlarda kaçak yapılaşmayı yaratmaları karşısında yıllardır izlenen “umursamaz” politikaların sonucu, bu semtlerde özensiz bir işgal kültürü, yıpranma ve sosyo-ekonomik değişim oluşmuştur.

    Sadece Güneydoğu kentlerinde değil, başta İstanbul’un Süleymaniye ve Zeyrek gibi UNESCO’nun Dünya Mirası listesinde yer alan mahalleleri, ya da Ankara Kaleiçi, İzmir Kadifekale etekleri gibi örneklerde de yaşanan gerçek, metropollerimizin tarihsel merkezlerinin “çöküntü bölgeleri” haline gelmesidir.

    Bu süreci durduracak ve tarihî merkezleri yeniden tarihsel değerlerine ve kentsel koruma uygulamalarına kavuştura-bilecek yeni yasal ve yönetsel sistemlerin geliştirilmesi acildir. Bu semtlerin sadece “turistik” amaçlarla değil, “kentin yaşama alanları“ olarak değerlendirilmeleri gerekmektedir. Böylece mimari çevreyle birlikte sosyal yapının da niteliğini yükseltici, rehabilitasyon programlarıyla desteklenmiş bir toplumsal anlayış içinde, tarihle yeniden buluşulması, yeni politika ve uygulamaların temelinde yer almalıdır.

     

    KÜLTÜRLERİN ORTAK KENTİ ve ORTAK MİMARLIKLARI

    Türkiye’nin hemen tüm bölgelerinde, tarihsel süreç içerisinde Pagan, Musevi, Hıristiyan ve Müslüman kültürlerin ortak yaşamaları ve birbirlerinden etkilenmeleriyle yarattıkları çok kültürlü özgün kent karakteri, günümüzdeki “tip” mimari nedeniyle tahrip olmakta, zengin kültürel kimlikler yitirilmektedir.

    Mimarinin ve şehirciliğin, özünde yerel, genelinde ise evrensel değerleri gözetmesi yönündeki temel çağdaş ilkelerin yaşama geçirilemediği kentlerimizde, bu sürecin ortaya çıkardığı ulusal sonuç ise “tip kentleşme” olmuştur. Böylece her biri değişik mimari ve çevresel birikimlere sahip kentlerimiz, hızla birbirlerine benzeyen ama özgünlüğü olmayan bir ‘yeknesak’lığı yaşamaktadırlar…

    UIA-2005 İstanbul’a Doğru Türkiye Kongreleri katılımcıları, 25-27 Şubat 2005 tarihindeki Adana-Antakya buluşmalarında bu iki kentin yanı sıra Mersin, Kahramanmaraş ve İskenderun kentleri ile mimarlık ilişkilerini bu özelde irdeleyerek özetle, ulusal önem taşıyan şu değerlendirmeleri yapmışlardır.

    Çatışan Uygarlıklar Değil; Siyasetlerdir…
    UIA-2005 İstanbul Buluşması, dünyadaki ekonomik egemenlikleri hedefleyen küresel söylemin “uygarlıkların çatışması” kavramı üzerinde geliştirildiği; bununla desteklenir şekilde “milliyetçi akımlar”ın yeniden güçlendirildiği ve dünya barışının temelinde olması gereken “kültürler arası etkileşim”in yerini kültürler arası “çekişme”nin almasına siyasal ortamların hazırlandığı bir dönemde yapılmaktadır.

    Bu gelişmenin aslında tarihsel gerçeklere ve yaşanmışlıklara da aykırı olduğunun en açık kanıtlarını ise, Türkiye Kongreleri’nde aynı tema kapsamında irdelenen, kentlerimizdeki geçmişten gelen değerler, gelenekler ve bugün de izleri sürmekte olan “beraberlikler” betimlemektedir.

    Kentlerimizin bu özelliklerini yakından gözleyen herkesin ortak düşüncesi de; “Tarihteki ve günümüzdeki çatışmaların nedeni ‘uygarlık’lar değil, ‘öteki’ uygarlıkların kazanımları üzerinde egemenlik kurmak isteyen ‘siyasetler olduğu yönündedir.

    Kültürlerin Beraberliği de Kültürdür;
    Bu Kültür Birlikteliği” Mozaik Değil “Kültürel Alaşım” gibidir.
    Tarihsel kentlerimizde gözlenen ve “farklı” denilse bile aslında özgün kimliklerin “birlikte yaşama”sıyla edinilen kültürlerin bu beraberlikleri, günümüze ve yarınlara esin kaynağı olması gereken bir zenginliktir.

    Aynı bağlamda, çağdaş felsefenin tüm insancıl hedeflerine tarihsel düşünce kaynağı oluşturan “geleneksel hoşgörü”lerin temeli de işte bu “çok kültürlü ortak kent yaşamı“dır.

    Bu gerçeğin tanımlanmasında ise “mozaik” kavramının yetersizliği tartışılmakta; bunun yerine “kültürel alaşım” gibi değerlendirmeler, tüm kültürlerin “eş saygınlıkta” görülmesine katkıda bulunmaktadır.

    Öncelikle toplum bilimciler ve mimarlık-sanat-kent tarihçileri kültürler arasındaki ayrımcılığın giderilmesine ve tüm kültürlerin “eş saygınlıkta” görülmesine katkıda bulunacak bu değerlendirmelerin küreselleşmesi yönünde tarihsel sorumluluk taşımaktadırlar.

    Kültürel Değerler Yalnızca SİT Kararları ile Korunamaz; “TİPLEŞEN MİMARİ”nin Yarattığı “Kimlik Kaybı ” Önlenmelidir.
    Bu saptamalar ışığında mimarlık ve şehircilik özelindeki politikalarda da; kültürel kimliğin ‘sadece SİT kararları’yla ve ‘sınırları belirlenmiş koruma alanları’ndaki tarihi doku sağlıklaştırmalarıyla korunmasına dayalı yaygın uygulamanın yetersizliği hemen tüm kentlerimizde açıkça bilinmekte ve yaşanmaktadır.

    Eski dokuların dışındaki alanlarda da kentin geçmişinden gelen ve kültürel özgünlüklerini yansıtan farklılıkların gözetildiği bir mimari

    karakterle, bununla bütünleşen yerleşim-mekan kurgulamalarının planlamada ve uygulamada esas alınması önem kazanmaktadır.

    Tarihsel merkezleri dışında dünya kentlerini küresel kimliksizliğe sürükleyen bugünkü gelişmelere karşı da öncelikle “ulusal-bölgesel özgünlükler” temeline dayalı bir “sanatsal duruş”un evrensel mimarlık ve kent politikalarında güçlendirilmesi, mimarların ve plancıların ortak gündemlerinde önceliği almalıdır.
               

    SANAYİ KENTİNDE ÇEVRE VE MİMARLIK

    Endüstrileşme, “demokratikleşme”nin, “kentsel yaşam kural-ları”nın, “insan hakları bilinci”nin ve “kültürel-sanatsal geliş-me”nin de dinamiklerini yaratmıştır. Ülkemizde ise “sanayileşme”, “kalkınma” ve “gelişme” yerine, “çevre sorunları” ve “sağlıksız kentleşme” olguları olarak gündeme gelmektedir. Bunun nedeni ekonomik ve siyasi tercihlerin tüm diğer değerlere baskın çıkmasıdır.

    UIA-2005 İstanbul’a Doğru Türkiye Kongreleri katılımcıları, 15-16 Nisan tarihindeki Kocaeli buluşmalarında, İzmit, Bursa ve Eskişehir kentleri ile mimarlık ilişkilerini bu özelde irdeleyerek özetle, ulusal önem taşıyan şu değerlendirmeleri yapmışlardır.

    Sanayi ‘Sorun’ Değil , ‘Çözüm’ Yaratmalıdır.
    Kent ve çevre gündemlerinde “sanayileşme”nin artık hep “sorun”u çağrıştırması ve giderek sürekli “sorun yaratan” bir gelişme karakteri taşıması, tarihsel misyonuyla ve içerdiği düşünsel süreçlerle de çelişmektedir.

    Uygarlık tarihinde sanayileşme, yaşama kültürünün ve sosyal ilişkilerin “bilim ve toplumsal haklar” ile buluşmasının karşılığıdır. Buna bağlı olarak “aydınlanma” ile “sanayileşme” arasındaki ilişkilerin de çağdaş düşünce ve siyaset tarihindeki yeri anımsandığında, temelinde “aklın ve yaratıcılığın devrimi” denilebilecek bu olgunun, günümüzde en önemli “sorunsal”a dönüşmüş olması, mimarlık ve kent ilişkisi bağlamında da küresel bir sorgulamayı gündeme getirmektedir.

    Sanayileşme, özetlenen niteliği ve sahip olduğu birikimleri ile, aslında sorun yaratan değil, tam tersine “sorunların çözümünde”ki temel siyasi ve düşünsel dinamikleri yaratma misyonuyla yeniden buluşmalıdır.

    Bunun ön koşulu ise özellikle yatırımlardaki yer seçimlerinden başlanarak, tür, kapasite ve tüm fizibilite değerlendirilmelerinde, kentsel ve çevresel yaşam ve süreklilik değerlerinin öncelikle gözetildiği bir planlama disiplinini “sanayi kültürü” olarak da yerleşik kılmaktır.

    Türkiye’de ise özellikle son yarım yüzyılın “liberal” politikalarında bu tarihsel misyon göz ardı edildiğinden, planlama sanayiinin sürdürülebilir kılınmasının değil “gelişmesinin engeli” sayılmış ve günümüzün neredeyse “çözümsüz” denilen temel sorunları da işte bu “yanlışın” ürünü olarak gerçekleşmiştir.

    “Yanlışların Birikimi” Çözümsüzlüğü Haklı Kılmamalıdır.
    Oysa çözümsüz gibi görünen sorunları gidermek için atılması gereken adımlardaki sürekli çekingenliğin “yanlışların birikimi”nden kaynaklandığı saptandığından, böyle bir birikime “teslimiyet”i yaratan politikaların da artık terk edilmesi gerekmektedir.

    Sorunların çözümü için, popülist politikalarla “özgür gecekondulaşma”ya ve “denetimsiz sanayileşme”ye neden olunduğu gerçeğini cesaretle vurgulayan bir özeleştiri kültürüne ihtiyaç vardır. Böylece bugün, “artık çok geç” denilen olumsuzluklar da dahil olmak üzere, plansız ve özensiz sanayileşmenin tahribatından kurtulma ortamları ve bunu sağlayabilecek politik kararlılıklar elde edilebilecektir.

    Ulusal Kalkınmanın Belleği Olan ESKİ SANAYİ BÖLGELERİ, Kentin Çağdaş “Yaşam Alanları”na Dönüştürülmelidir.

    Buna koşut olarak, sanayiinin sorun yaratan değil “toplumsal refahı ve gelişme”yi sağlayan bir çağdaş uygarlık dinamiği olduğu gerçeği kent ve toplum belleğine yerleştirilmelidir. Bu gerçeği kuşaktan kuşağa güçlü ve etkin bir biçimde yaşatacak olan mimarlık ve şehircilik tavrı ise; özellikle Türkiye için ulusal kalkınma politikalarının tarihsel ve anısal değerlerini içeren eski sanayi sitelerinin çağdaş yaşam ve kültür alanlarına dönüştürülmeleri yönünde olmalıdır.

    Kentsel büyüme sürecinde “merkez”de kalan eski sanayi tesislerinden, dönemlerinin özgünlüklerini yansıtan örnekler, yıkılıp yokedilmek yerine, “endüstri mirası” olarak yeni toplumsal işlevlerle geleceğe aktarılmalıdır. Bu örneklerinin yaygınlaşması; toplumu sanayi ve üretim bilincinden uzaklaştıran “küresel tüketim kültürü”nün olumsuz etkilerini de gidermeye katkıda bulunacaktır.

    MODERNLEŞME SÜRECİNDE ANKARA ve CUMHURİYET KENTLERİ

    Sanayileşme ile birlikte 19. yüzyılda başlayan “planlı kentleşme” Türkiye’ye Cumhuriyet döneminde girmiştir. Özellikle 1950’lerden sonra, “planlama anlayışından uzaklaşma”, “siyasi kültürsüz-lüğün özendirdiği kaçak yapılaşma ya da gecekondulaşma” ve “tarihi yadsıyan kimliksiz yapılaşma” sürecinin erozyonları, en belirgin şekilde Cumhuriyetin Başkenti Ankara’da ve bugünkü varlıklarını ve özgün kimlik değerlerini tümüyle Cumhuriyete borçlu olan Karabük ve Zonguldak’ta yaşanmıştır.

    UIA-2005 İstanbul’a Doğru Türkiye Kongreleri katılımcıları, 28-29 Mayıs 2005 tarihindeki Ankara buluşmalarında, adı geçen kentlerimiz ile mimarlık ilişkilerini bu özelde irdeleyerek özetle, ulusal önem taşıyan şu değerlendirmeleri yapmışlardır.

    Modernleşme, “geçmişin reddi” ve “kimliksizleşme” değildir. Günümüz de tarihi dokularını koruyan kentler de moderndir.
    Türkiye’de Cumhuriyet Döneminde, 1920’lerde başlayan, “planlı kentleşme” ve “çağdaş ulusal mimarlık” çabalarıyla bütünleşmiş bir modernite” hedeflenirken, 1950 sonrasında bu iki temel yaklaşım terk edilerek arsa spekülasyonunun oluşturduğu sağlıksız bir “apartmanlaşma”ya yönelinmiştir. Bu nedenle, Cumhuriyet tarihimizin bu iki ayrı dönemine “bir bütün” olarak bakan, eş anlamda “modernleşme dönemi” olarak tanımlayan ve böylece, dönem farkı gözetmeyen değerlendirmeler eksik ve yanıltıcı olmaktadır.                                                                   

    Cumhuriyetin ilk dönemlerindeki kent planlamalarında genellikle “eski doku” içinde yeni yapılaşma önerilmeksizin, sadece çeperdeki gelişme bölgelerinde “yeni kent”in kurulması ilke olarak benimsenmiş; 1950 sonrası süreçte ise tarihi semtler de yap-sat sektörünün yıkım ve apartmanlaşma uygulamalarına teslim edilmiştir. Bu teslimiyet söz konusu dönemsel farkın en açık göstergesi olduğu gibi, bugünkü kimliksizleşme ve kültürel tahribatın da temel nedenleri arasındadır.

    Bu bağlamda, modernleşmenin “geçmişin reddi” ve “kimliksizleş-me” anlamına gelmediğinin evrensel örneği de; “Avrupa ülkelerinde kentsel tarihi dokuların korunmasındaki kararlılık”tır.

    Bu nedenle günümüzde izlenen sağlıksız, kişiliksiz ve tekdüze kentleş-menin genel olarak “Cumhuriyet modernleşmesi”nden değil, tam tersine Cumhuriyetle birlikte başlatılan “kimlikli çağdaşlaşma” çabalarının terk edilmesinden; “planlama ve kamu yararı kavramlarından uzaklaşılmasından kaynaklandığı, en açık Türkiye gerçeği olarak, bundan sonraki yeni politikalara da ışık tutmalıdır.

    Ankara’ya “Başkent Yasası”…

    Bu gerçekle de ilintili olarak, ülkenin başkentini yönetmenin sadece başkent halkına değil, tüm ulusa karşı bir sorumluluk olduğu artık dikkate alınmalıdır. Böyle bir özelliğin yarattığı kentsel yükümlülükler ise, tek başına yerel demokratik süreçlerle değil, aynı zamanda “ulusal sorumluluklar”la yerine getirilebilir. Bu ilkenin yaşama geçebilmesi için de diğer dünya başkentlerinde görüldüğü gibi, aynı nedenlerle yeğlenen “özel yasa” uygulamasının artık Ankara için de gündeme gelmesi ivedilikle gerekmektedir.

    ‘Demokrasi’ YAPILAŞMA ÖZGÜRLÜĞÜ DEĞİLDİR;
    “Planlama” Demokrasinin Güvencesi Olarak Sürdürülmelidir.
    Türkiye’de yerel ve denetimsiz imar yetkileri, 1980’lerden sonraki “demokratikleşme” ve “yerelleşme” söylem ve hedefleriyle birlikte yasalara yansıtılmıştır. Oysa yerelleşme ve genel anlamıyla demokra-tikleşmenin, özellikle kent yönetimi ve imarına ilişkin kararlarda “keyfi ve bilim dışı yapılaşma özgürlüğü” anlamına gelmediği açıktır.

    Demokrasinin temelde toplumsal hakları güvenceye alan bir kurallar rejimi olduğu; ve herkesin bu kurallara uymasının da demokrasi kültürünü yarattığı gerçeği önemsendiğinde, kentsel planlamanın, bu bağlamda “demokrasinin güvencesi” olarak ülkeye yeniden kazandırılmasının siyasal ve toplumsal değeri daha net görülebilecektir.

    DÜNYA MİRASI İSTANBUL “KÜRESEL YAĞMA TEHDİDİ” ALTINDADIR

    UIA Dünya Mimarlık Kongresi’ni ağırlamakta olan İstanbul’un, bu evsahipliğine hazırlandığı günlerde, tarihi Haydarpaşa Garı ve Limanı alanına göz koymuş küresel bir rant projesinin baskısı altına alınması; dünya mimarlarıyla da tartışılacak öncelikli konunun “uluslararası sermayenin kentler üzerindeki mimari dayatmaları” olmasını gerekli kılmaktadır.

    Kentin Asya yakasında en değerli kıyı kuşağındaki 1 milyon m2’lik kamusal alan “Dünya Ticaret Merkezi ve Kruvaziyer Liman” adı altında yapılaşmaya ve İstanbul’un 1970 yılındaki nüfusuna eşit “yeni” kullanıcılara açılıp, İstanbullulara ve bu coğrafyada yaşayan insanlarımıza kapatılmak istenmektedir.

    Böyle bir ortamda yapılacak UIA-2005 İstanbul Kongresine hazırlık amacıyla, Türkiye Kongreleri’ne paralel olarak İstanbul’un Kadıköy ve Bakırköy  İlçeleri ile Edirne ilinde “Mimarlık ve Kent Buluşması” etkinlikleri gerçekleştirilmiştir. İstanbul ile çevresinin kentleşme ve mimarlık konusundaki sorunlarına ve beklentilerine yönelik çok boyutlu değerlendirmelerin, yerel yöneticilerin de katılımıyla yapıldığı bu buluşmalarda; Türkiye Kongreleri’nde Anadolu kentleri için gündeme gelen konu, sorun ve değerlendirmelerin daha yoğun ve kapsamlı olarak İstanbul’da yaşandığı saptanmaktadır. Bu anlamda İstanbul, bir bakıma tüm ülkedeki mimarlık ve kent ilişkilerinin en geniş aynası gibidir. Yaklaşık 50 yıldır kesintisiz sürdürülen “yasa dışı yapılaşmaya hoşgörü” politikaları sonucunda da bugün yüzde 70’lere varan kaçak bina oranıyla “hukuk dışı kentleşme”nin dünyadaki en çarpıcı örnekleri arasındadır;

    Bununla birlikte, özellikle İstanbul’un son yıllarda çok daha yoğun olarak küreselleşme ve küresel yatırımların tehdidi altında olduğu; uluslararası sermayenin ve emlak pazarının bu tek “metropolümüzü” dünyadaki gözde yatırım alanları arasında gördüğü de ortak saptama olarak belirlenmiştir;

    Oysa, 2600 yıllı aşan sürekli yaşanılmış geçmişi ve Doğu Roma, Bizans ve Osmanlı medeniyetlerine başkentlik yapmış olması nedenleriyle öne çıkan “tarihsel kent” kimliği İstanbul’un bu küresel tehdide karşı korunmasını “uluslararası bir insanlık görevi” kılmaktadır;

    Bu özelliğinin yanısıra, sahip olduğu ekonomik potansiyel, taşıdığı nüfus, Asya ve Avrupa kıtaları üzerine konumlanması, tarihle içi içe olan doğa güzelliği ve denizlerle iç içe özgün topoğrafyası gibi pek çok özelliği ile de İstanbul, hem Türkiye’nin hem de dünyanın çok özel öneme sahip bir kentidir. Ancak kentin bütün bu kimlik ve yaşam değerleri, gerek ulusal imar politikalarındaki kent rantına bağlı anlayışlarla, gerekse dünya finans egemenliğinin tercihi olan ve kentsel değerleri yadsıyan uygunsuz yapılaşmalarla, yasa dışı ve yasal yollardan çok yönlü bir şekilde yağmalanmaktadır;

    Yüzyıllardır farklı kültürlerin “eş saygınlıkta” ve “barış” içersinde “bir arada” yaşadığı bu kentin kültürel ve doğal değerleri ile birlikte tüm değerlerinin tahrip edilmesi anlamına gelen Haydarpaşa projesi türünden yatırımlar, kaçak ve plansız yapılaşmayla da bütünleştiğinde, bir bakıma İstanbul’un da sonu anlamına gelmektedir.


    SONUÇ

    UIA-2005 İstanbul Dünya Mimarlık Kongresi’nin ana teması olan “Kentler ve Mimarlık” konusunda, Haziran 2004 ile Haziran 2005 arasında ülke düzeyinde 7 bölge, 9 kentte düzenlenen Türkiye Kongreleri’ndeki değerlendirmelerin ulusal ölçekteki politikalara ışık tutacak vurgulamaları ve önerileri; İstanbul’a yönelik genel saptamalarla birlikte yukarda özetlenmiştir.

    Ulusal ve uluslararası mimarlık kamuoyu ile tüm ilgili ve yetkililerin bilgi ve değerlendirmelerine sunulmaktadır.

    Türkiye Mimarlar Odası

    Türkiye Mimarlar Odası

    Bu icerik 1009 defa görüntülenmiştir.